In its special edition for new year the Art Unlimited Magazine covered the exhibition “too much, too soon!” curated by Gülsen Bal and Walter Seidl. The project “too much, too soon!” has been one of the most recent project of Open Space – Association for a New Forum for Art and Visual Culture programme that was established in Vienna by Gülsen Bal.
Sanat ile politika arasında belirli bir mesafe vardır. Bu mesafe çoğu kez kavramlar üzerine söz alanların bile isteye yarattığı, iki kavram arasında açılan uzamdan faydalanmayı amaçladığı bir mesafedir. Bu mesafe sayesindedir ki iki kavram kendini tanımlamak için olanaklar edinir. Politika, “sanat olmayan” olarak kendini reel ile doğrudan bir ilişkideymiş gibi düşünmekten hoşlanır; sanat ise kendi bayrağını politikanın erişemeyeceği ufuklarda dalgalandırmanın peşindedir her zaman. Ancak mesafenin kurgulanmış olduğu yolundaki bu saptama da sorunumuzu basitleştirmemizi sağlamaz. Nitekim, sınır sorusu vardır. Hatta, her koşulda, sözünü etmeye değer bir mesafe sayesindedir ki, konuşulur. Bu durumda soruyu sanat ve politika arasındaki mesafeye odaklamak yerine “sanat ve mesafe” ile “politika ve mesafe” sorularına odaklamak, en azından mesafenin kaynak ve kaçkın olarak varlığının söz konusu kavramların üretimlerinde hangi pozisyona denk düştüğünü düşünmek için bize avantaj saplayabilir.
Sanat, şeylere ya da kendisine mesafe alarak mı çalışır? Yoksa bir tür içkinlik düzlemi midir aslında sanatın arzuladığı da biz sanat tarihçiler, estetikçiler, eleştirmenler vb. ona elimizdeki mesafe aygıtını dayatarak, dışsallığı zorla ekleriz? Bunlar kuşkusuz dünya görüşü belirleyen sorular. Yine de biz bu sorulara dünya görüşlerimizden değil, ele aldığımız kavramların nesneleriyle ilişkilerinden yaklaşalım. Politika ile arasına mesafe koymaya çalışan sanat bir içkinlik düzlemi uyarınca mı hareket etmektedir? Nietzsche’nin Kant’ın “Ding an sich”ine (kendinde şey) yönelttiği en sert eleştiri, onun gördüğü şeyden bağımsız bir görme hayal etmemizi istemesi değil miydi? Kendini kendisi ile kurmaya çalışan, her türlü dışsallıktan, dolayımdan soyutlanmış sanat mesafesiyle nasıl yüzleşecek? Giderek mesafe kendisi ile arasına nasıl mesafe koyacak? Bu sorular ışığında Gülsen Bal ve Walter Seidl tarafından kurulmuş Open Space – Sanat ve Görsel Kültür İçin Yeni Bir Forum Derneği’nin, Viyana’da kurduğu yeni sergi Çok Fazla, Çok Yakın’a bakıyorum.
Sergi kendini Avrupa fikri üzerinden kuruyor. Bunu, Euro krizi, yükselen sağ hareketler karşısında solun yokluğu, olanca ağırlığıyla bastıran göç sorunu, toplama kamplarından günümüz siyasetine doğru emin adımlarla yaklaşan nekropolitika gibi olgularla ilişkilendiriyor. Es gibt keinen Staat in Europa (Avrupa’da devlet yoktur) demişti Hegel. Balibar, Biz, Avrupa Halkı’nda (2001) Bosna Soykırımı üzerine istisna ve egemenlik temaları üzerinden anımsatmıştı bize bunu yeniden. Devletin varlık nedeninin egemenlikle ve istisnanın üretimiyle ilişkisinin altını çiziyordu kalın kalemlerle. Bir nevi, Wallerstein’la 88’de yazdıkları Race, Nation, Class (Irk, Ulus, Sınıf ) kitabının temel önermesi olan nation-form’un (ulus formu) yirmi birinci yüzyılda alttan alta nasıl çalıştığını gösteriyordu. Önceki yüzyılın hesaplaşır göründüğü ama aslında hep orada duran soruydu çünkü o. Emin Alper, ilk filmi Tepenin Ardı’nda (2012), hem de bizim coğrafyamızda, yüzleşmemizi sağlamıştı nation-form’la. Hiç görmediği ötekini düşman edinerek suçunu örtbas eden topluluğun marş eşliğinde dağı aşması ulusa dair ne güçlü imgeydi.
Şimdi neredeyse Avrupa’ya ve dünyaya yayılmış faşist hükümetler çağında elbette bu imgenin vehametini yeniden düşünmek gerekiyor. Viyana’da Mekân68’in çatısı altında izleyicisine ulaşan Çok Fazla, Çok Yakın sergisi, yedi sanatçının politika çevresinde örülmüş işlerini bir araya getiriyor: Mustafa Akkaya, Tim Brennan, Aydan Murtezaoğlu, Erkan Özgen, Milica Tomić, Lala Raščić, Christina Werner. Bir zamanların Yugoslavya’sından Türkiye’ye, oradan Kıbrıs’a uzanan işlerin her biri aslında daha geniş çerçevedeki projelerin birer parçası. Her sanatçının kendi tarihiyle yüzleşme çabasının birer sahnesi olarak düşünülebilir seçilmiş işler. Bu tarih fragmanları politikanın majör ve minör formları arasındaki ilişkiyi de gösteriyor. Belki de başka sözcüklerle ifade etmeli buradaki durumu: Politikanın failler ve mağdurlar arasında kurulmuş geniş ölçekli resmine aşağıdan bir bakma denemesi.
Milica Tomić’in videosunda, sıradan bir günde sanatçının kendisi eline otomatik tüfeğini alarak ve bir alışveriş poşetinde kurşun paketleriyle Belgrad’ın unutulmuş anti-faşist direnişinin sokaklarında dolaşıyor. Umursamaz bakışların arasında kendinden emin adımlarıyla yürüyen bu hayalet kuşkusuz geçmişten çıkıp gelmiş. Kimse onu tanımıyor, hatta görmüyor bile. Pozitif ya da negatif herhangi bir varlığı olmayan kanıksanmış bu şiddet imgesine videoda partizanların o sokaklardaki savaş anıları dil veriyor. Sanatçı partizanların silahı devralıyor, henüz onu kullanacağı bir barikat olmasa da sokaklarda aynı görünmezlikte sürmekte olan nekropolitik savaşın safarına sokuyor. Aydan Murtezeoğlu’nun fotoğrafarı da politikanın aynı görünmezlik kipi içine sokuyor bizi. Ev içlerinden, eylemin sürdüğü sokaklara, arka planda ya da gözümüzün önünde, içinde olduğu çerçeveye tümüyle yabancı kalmış özneliklere odaklanıyor Murtezaoğlu.
Politikanın kuşatıcılığı altında tam olarak ele geçirilemeyişleriyle bile kontrol altında tutulan bu öznelikler, bize politikanın bedeni ve eylemi konusunda sağlam sorular soruyor. Öznelikler arasındaki mesafelerden ve bu mesafelerin öyle ya da böyle kat edilmesinden doğan politika sorusu sanatçının seçtiği karelerde aşılamayacak uzaklıklara dönüşüyorlar. Eylemin içinden geçen araba nasıl o eylemle asla ilişkilenmeyecekse bu fotoğrafa bakan izleyici de asla karenin alındığı anla ilişkilenemeyecek. Burada mesafe bütün iktidarcı kipiyle kendi varlığını dayatmayı sürdürecek. Erkan Özgen’in Kar Maskesi’si politik özneliğin kimliği konusundaki bu altüst edişin niteliği sorununu izleyici karşısına somutlaştırarak getiriyor. Direnişin aidiyeti, dolayısıyla temsili bize mevcut politika ilişkilerini değiştirme konusunda nasıl olanaklar getirir? Buradaki öznelik kipini nasıl dolduracağız? Gezi Direnişi’ne de referans veren Özgen’in, üstünde durduğu negatif imajı, kendi imgesini nasıl izlediği belki de ortaya attığı sorunun da cevabı olacak. Gülsen Bal’ın önceki sergisi olan Lost in Europa’da olduğu gibi bu sergide de aslında alttan alta çalışan bir göç teması var. Lakin bu yeni sergide göç, politik problemin merkezinde durmak yerine, her bir politik beyanın arka planındaki soru olarak duruyor.
Brennan’ın, neredeyse somut şiir gibi önümüze koyduğu kayıtların tutulduğu Balkanlar’dan Türkiye’ye ve Ermenistan’a uzanan yolculuğunda; Werner’in videosunda, kürsüde konuşma yaparken bizim sadece ayaklarını gördüğümüz Hollandalı sağ kanat politikacının İslam korkusunu kullanma biçiminde; Akkaya’nın Kuzey ve Güney Kıbrıs arasında bir o tarafa, bir bu tarafa sınırı ihlal eden, bu sırada askeri harekâtların parçası haline gelen koyunlarının kimlik problemlerinde hep göç sorusu var. Çok Fazla, Çok Yakın politik gündemimize dair çağdaş sanat tarafından çok dikkate alınmayan bir soruyu gıdıklıyor: Böylesine çoğalmış mesafesizliğimizi ne yapacağız? Bu kadar çoğalmış mesafesizliğimizle ne yapacağız? Önünde sonunda mesele, sınırlar dahilinde ve sınırlara karşı, dışsallık aracılığıyla ve içkinliğe dair bir konuşmayı nasıl yürüteceğimize gelip dayanıyor. İçkinlik ufu yüzyıllar boyu felsefecilerin üzerinde sağlı sollu yerleştiği bir soru. Politik bir varlık olarak düşünülebilecek bir felsefenin bu ufun içindeki ontolojik boyutu kavraması gerekiyor. Yani kendi mesafesiyle arasına mesafe koyması. Öte yandan politika sorusunu düşünen sanatın da dışsallığın oluşturucu güçleriyle ilişkilenmesi gerekiyor. Diğer bir deyişle, mesafesiyle arayı kapatması. Böylelikle herkesin ve her şeyin dahil olduğu gündelik yaşantılarımızın içkinlik ufunda nekropolitikanın neden ve nasıl egemen olduğu sorusuna daha donanımlı yaklaşabiliriz.
Kaynak: Barış Acar