Screen Shot 2021-12-07 at 10.04.45

Lo Sono ya da Virginia Woolf’un Diş Ağrısı

Salvatore Garau’nun Lo Sono adlı heykeli 18 Mayıs 2021 tarihinde, Milano’daki müzayedede 15 bin Euro’ya satıldı. İşin ilginç yönüyse Lo Sono görünmez bir heykel. Alıcıya sadece bir garanti belgesi verildi. Garau bu ‘görünmez heykel’le ilgili olarak enerji – boşluk gibi açıklamalarda bulunuyor. Kimileri böyle bir deneyi–bunu bir deney olarak pekâlâ kabul edebiliriz–zekice bir hamle, kimileri sanat camiasına yöneltilen bir eleştiri, kimileriyse büsbütün bir şarlatanlık olarak niteledi. Kuşkusuz Lo Sono heykeli – neye benzediği tamamen hayal gücümüze kalmış – çeşitli perspektiflerden incelenebilir. Bana ise gövdenin tarihsel bağlamdaki yolculuğunu düşündürttü.

Virginia Woolf bir yazısında “Eğer diş ağrısıyla ilgili bir öykü yazacak olursanız, yayıncı sizden mutlaka bu durumu bir aşk acısıyla bağdaştırmanızı isteyecektir,” der. Burada yatan anlam çok açıktır; ruhun acılarının, bedenin acılarından daima üstün olduğunu, en azından okur kitlelerince böyle bir beklenti bulunduğunu ifade eder. Özellikle Batı merkezli (veya Batı’dan etkilenip yol haritasını öyle çizen) sanatta beden, aklın ve de duygunun biraz gerisinde gelen bir konuma sahiptir. Antik Yunan’da, Richard Sennett’in işaret ettiği üzere, beden her ne kadar önemli bir yer tutsa da bu kültürün metinlerinde de ruh ve ruhsal acılar daha yücedir.

Bu, elbette “beden önemsiz sayılmıştır” anlamına gelmez. Michelangelo’nun Davut’una bakmak bile bedenin ne denli vazgeçilmez bir izlek olduğunu görmemize yeter. Yine de Davut’un saldırmak için tetikte duruşu ve özellikle bedeninindeki kasılan ve gevşeyen kasların betimlemeleri bile onu psikolojik ve ruhsal bir hikâyenin kahramanı yapmaktan alıkoymaz.

Dolayısıyla Woolf’un bedenin bir araç değil bir amaç olması hakkında söyledikleri şüphesiz değişen sanat anlayışına vurgu yapar. Çağdaşı Kafka’daki bedenin metamorfoza uğraması da aynı vurguya sahip gibidir. Görünen odur ki; sanatın bedenle kurduğu ilişki toplumsal yapının bizzat kendisiyle ilişkili bir meseledir. Yücelikten şeyleşmeye uzanan bir beden hikâyesi. Fakat bu hikâyenin yazarlarından birisi sosyo-politik bir bağlamdır ve bunu ‘teknik olanaklardan’ ayrı düşünmemiz mümkün değil. Yani endüstrileşmekten, şeyleşmekten, bürokrasiden, yabancılaşmadan, tüm bunların ışığında oluşan ahlaki değerlerden bağımsız bir beden tanımı söz konusu olamıyor.

Yaklaşık bir asır önce Sanatın İnsansızlaştırılması’nı (1925) yazan Jose Ortega, günümüze dönüp baksa, pandemiyi ve (hem alakalı hem de alakasız bir biçimde) çevrim-içi / online ilişkiler ağımızı görse ne derdi acaba?

Salvatore Garau’nun ‘Görünmez Heykel’i, uç bir deneme olarak nitelemek (ki bu tip uç denemeler hep olmuştur) ve üzerine uzun uzun düşünmek gerekmez belki. Ancak bedenin evrilerek görünmezliğe erişmesi – Kafka’da beden en azından bir hamamböceği olarak temsil fırsatı buluyorken – şeyleşmenin bir adım ötesine geçilmiş olduğunu göstermiyor mu? Bu durumu sanal dünyaya geçerek aslında bedenin, mekanın, deneyimin, kokunun yok olduğu aşamaya ulaştığımıza yorumlamak çok mu zorlama olur?

Yrd. Doç. Dr. Emrah Öztürk

Akademisyen Giriş Öğrenci Giriş