Modern Dansın Öncüleri
Yard. Doç. Dr./Asst. Prof. Dr. Handan Ergiydiren Doğan
(ARUCAD Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi-Modern Dans Bölümü Başkanı
1900-1950 yılları içindeki dans oluşumlarını niteleyen Modern Dans, dansta klasik baleden ayrışmanın yaşandığı, balenin değerlerine karşı tavrın, sorgulamaların arttığı ve baleden farklı formların filizlendiği dönemdir. Diğer sanatlarda olduğu gibi modernitenin etkinleştiği, daha doğru tabirle “modern” kavramının oluşmaya başladığı tarihsel dönemdir. Ancak hatırlatmak gerekir ki; bu döneme “modern” deniyor olsa da, Avant-Garde ya da dönemine göre sıra dışı, ilerici yaklaşımlar çok çeşitli biçimlerde ortaya çıktığı için, kavramsal olarak tam da modernist sayılamaz. Modernite, soyutlama ve indirgeme ile sadeleşen formlar ve belirli bir devre, kültüre ya da yaşantıya olan göndermelerden arınmışlık olarak özetlenirse, bu dönem içindeki sanat üretimlerinin hepsinin “modern” nitelikte olduğu söylenemez.
Modern Dans diye adlandırılan dönemin coğrafi merkezi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Almanya’dır. ABD için modern dans tarihi, “öncüler” olarak bilinen Loie Fuller, Isadora Duncan ve Ruth Saint Dennis- Ted Shawn (Denishawn Project) ile başlar. Bu isimler dönemin tiyatro devrimleri ve politik koşullarının da etkisiyle aşırı yapılanmış klasik bale teknikleri dışında, daha bağımsız ve öznel bir dans dilini ararlar. Aslında görsel sanatlardaki modernist-avantgarde hareketlerin de tetikleyicisi olan antik kültür ya da diğer kıta kültürlerinin etnik seyirlik ya da görsel yaratılarını, dans için malzemeye dönüştürürler. Balenin aşırı biçimselliği ve yapaylığına ve dönemin sahne şovlarındaki dansların sıradanlığına karşı başkaldıran bu sanatçılar seyirciye hem içsel hem de dışsal bir gerçeklik aktarmanın peşindedirler.
Loie Fuller (1862-1928)
Loie Fuller, Art Nouevau hareketinin canlı temsili olarak sanat tarihinin unutulmaz kadınlarından biridir. Herhangi bir dans eğitimi almamış olmasına rağmen, az derecede kullandığı beden tekniğine ilave ettiği, kostümünün bol kıvrımlı kumaşlarına verdiği hareketlilik ve üzerlerine düşen çeşitli renklerin yansımalarıyla akılda kalıcı bir sahne görselliği yakalar.
Bir hikâye anlatmak yerine, böcekler, çiçekler ya da ateş gibi doğa olgularını ifade eden 6-7 dakikalık dans parçaları tasarlar. Doğanın özünde en mükemmel hareketlilikleri barındırıyor oluşundan esinlenir ve seyirciye bir şey anlatmak yerine: “Hareketlerimle izleyicinin zihninde bir etki bırakmalı, onun zihninde bu fikrin yaratımına sebep olmalı, onun hayâl gücünü tetiklemeliyim ki imgeyi kabul etmeye hazır olsun” fikriyle dans eder. Fuller kullandığı ışık tasarımlarıyla da tarihe geçen bir sanatçıdır. Paris seyahati esnasında ziyaret ettiği Notre-Dame Kilisesi’nden etkilenişini “…beni her şeyden çok büyüleyen yanal roze camlar ve aslında dahası bu görkemli camlardan farklı yönlerde geçişlerle kilisenin içinde oluşan, yoğun renklerle titreşen güneş ışınlarıydı” diye ifade eder. Fuller, “…renk her şeye o kadar işler ki, evren her yerde ve her şeyde onu üretmekle meşguldür. Bu durum, kimyasal birleşim ve parçalanma sonucu sürekli tekrar eder. İnsanın bunu enfes bir şekilde kullanacağı günler gelecek…” sözleriyle “renk” kavramını sahnenin ve hareketin önemli bir unsuru hâline getirir. Işığı kullanışı ile devrimseldir; kendine has renkleri karıştırır, fosforlu tuzları kullanmayı dener ve sahne altından gelen dolayımlı ışık huzmeleri gibi avangart teknikler kullanarak dansı modernleştirir.
Isadora Duncan (1878-1927)
Dans dünyası üzerinde hala etkisini koruyan “özgür ruh”u temsil eden sıra dışı kimliği ile Isadora Duncan modern dansın ruhani kurucusu ve esinlendiricisi olarak günümüzün üslupları üzerinde bile hala çok önemli bir kimliktir. İlk danslarını ana karnında icra ettiğini söyleyen Duncan bir miktar bale dersi alır, ergenlik çağına gelince, şov dansçısı olarak müzikhollerde ve cemiyet toplantılarında izlenmeye başlar.
1900’de Avrupa’ya yaptığı seyahatte Antik Yunan sanatının yoğun etkisiyle, sahnede, kumaşı kat kat dökülen beyaz tunik ve şallar giymeye başlar, bedensel duruş ve tavırlarıyla Yunan resim ve heykellerini çağrıştırır. “Sadelik” dans ediş tarzının ana fikridir; arka yüzeyde asılı meşhur mavi perde dışında sahneyi tümüyle boş kullanır, nadiren tekrar ettiği doğaçlama hareketlerden oluşan dansına daima bir orkestral müzik (Wagner, Gluck, Beethoven) eşlik eder. Dansa getirdiği en önemli yenilik ise sahnede çıplak ayak dans etmesidir ki, öncü olduğu bu tutum, gerek teknik gerekse estetik açıdan günümüzün çağdaş dans eğitiminde ve sahne yapımlarında çoğunlukla tercih edilir.
Geleceğin Dansı ismiyle kaleme aldığı metinde “Günümüzün bale okulu yerçekimi kurallarının ya da insanın doğal irâdesinin aksine boşuna çabalamakta ve benimsediği biçim ve hareketle doğanın biçim ve hareketine uyumsuz çalışmaktadır. Bunun sonucundaysa gelecekteki hareketlere izin vermeyen ve yapıldığı anda ölen steril hareketler yaratmaktadır.” sözleriyle baleye karşı tavrını ortaya koyar. Balenin insan anatomisine verdiği zarara katlanamayan Duncan, bale eğitiminin bir sonucu olan, bale eteklerinin altına gizlenen dans eden kasların içindeki bozulmuş kemik yapısına işaret eder, doğal haliyle güzel olan kadın bedenini mahkûm ettiği eleştirisinde bulunur. Kendi idealindeki dans eğitimini de şöyle ifade eder: “…öğrencilerime hareketlerimi taklit etmeyi öğretmeyeceğim, kendi hareketlerini nasıl yaratacaklarını öğreteceğim. …onlara kendilerine doğal gelen hareketleri geliştirebilmeleri için yardım edeceğim.”
1905’te Rusya turnesi esnasında -teknik yetersizliğine karşın- baleden kopamayan ama alternatif arayan ünlü Rus koreograf Fokine’i bile etkisi altına alır. Kendisi de işçi devrimi hareketlerine sempati duyar ve devrim ertesi sık sık bu ülkeyi ziyaret eder. Rusya’dan dönüşlerinden birinde ABD’de sunduğu gösteri esnasında komünist olduğu gerekçesiyle yuhalanır. Seyirci işi sahneye yumurtalar atmaya vardırınca, aniden soyunur ve çıplak dans eder. Duncan böylece ciddi bir infial yaratmış olsa da, bu tavrının arkasında “Sanatta en soylu şey nü’dür. …bunu en çok hatırlaması gereken kişi, yani dansçı bu gerçeği unutmuştur; çünkü dansçının sanatının aracı insan bedenidir.” diye ifade ettiği düşünceleri muhtemel tetikleyici olur. Duncan, geleceğin dansçısını “feminist” bir yaklaşımla şöyle tarif eder:
“Bu dansçı ne peri, ne cin ne de koket formunda dans edecek, aksine bu dansçı en harika en saf ifadesiyle bir kadın formunda dans edecek. Kadın bedeninin misyonunu ve bu beden parçalarının kutsallığını fark edecek. …Kadın bedeninin her parçası dünyaya binlerce kadının düşüncelerini ve arzularını getirerek zeka pırıltıları saçacak. Bu dansçı kadınların özgürlüğünün dansını edecek.”
Ruth St. Denis (1880-1968) ve Ted Shawn (1891-1972)
ABD’de modern dansın geleceği üzerinde doğrudan etkisi bulunan Ruth St. Denis ve Ted Shawn, iki önemli öncü kimliktir. Daha ergenlik çağlarında, Broadway müzikallerinde ve küçük turne gruplarında dans eden St. Denis, bir gün bir dükkânda gördüğü reklam afişi üzerinde resmedilmiş Mısır Tanrıçası figüründen esinlenerek, kalan ömrünün tümünü kapsayan oryantal temalı koreografik tarzını yaratır. Ardından Hint Tanrıçası Radha gelir, seyirci “egzotik gizemliliği ve şehvetliliği”nden büyük bir haz alır. St. Denis üç yıl süren Avrupa turnesinden büyük başarıyla döner.
Ted Shawn, yakalandığı difterinin tedavisi sırasında belden aşağısında hissizlik oluşan genç bir ilahiyat öğrencisidir. Büyük bir irâdeyle tekrar yürümeye başlar başlamaz, kaslarını daha çabuk güçlendirmek için dans dersleri almaya başlar. 1911 yılında ilk kez seyrettiği Ruth St. Denis’in 1914’te öğrencisi, ortağı ve nihayet kocası olur. Shawn’ın gürbüz, temiz hatlı bedeni ve doyurucu hareketleri ile St. Denis’in zarif, yılankavi hareketleri birbirine çok yakışır. Gösterişli sahnelere ve ayrıntılı süslü kostümlere olan düşkünlükleri de ortaklaşınca, ikili hızla başarıya tırmanır. 1915’te Denishawn adıyla Los Angeles’da okul açan ikili, tüm dünyada şubelerinin yayılmasını sağlar. Bahçesinde evcil hayvanların dolaştığı, alıştırmalar için tenis kortu ve yüzme havuzu olan okullarda, dersler açık havada yapılır, bale, oryantal, Hint, Kızılderili ve İspanyol dansları öğretilir -iyi bir dansçının her türlü sanat biçimiyle tanışık olması gerektiği inancıyla- Japon kılıç dansçıları ya da Havaili hula dansçıları öğretmen olarak getirilir. Şiirden tasarlanan danslar, sadece vurmalı bir müzik ya da hiç sesin olmadığı parçaların üretildiği tam bir deneyselliğin hâkim olduğu, kurumun başöğretmeni Shawn iken, ilhâm perisi de St. Denis’dir. Okulun bir neticesi olarak Denishawn Dance Company’de en yüksek kazançlı dans topluluğu olmayı başarır.
1932’de St. Denis topluluktan ayrılarak dini temalara odaklı yapıtlarla sadece kadınlardan oluşan bir grupla turnelere çıkar. Shawn ise 1933’te, kariyerinin en önemli meselesi olan dansın kadınsı bir sanat olmadığını ispatlarcasına, yedi sene boyunca turne yapan sadece erkek dansçılardan oluşan bir başka topluluk kurar. Jacob’s Pillow adlı çiftliği topluluğun evi olur. Bu mekân sonraki yıllarda Jacob’s Pillow
Yaz Okulu ve Dans Festivali olarak bugün hala süre organizasyonlara da ev sahipliği yapar.
Kaynakça: History of Ballet and Modern Dance, Judith Steeh, Hong Kong, Hamlyn Publishing Ltd.-Bison Books, 1982. Yirminci Yüzyılda Dans Sanatı: Kuram ve Pratik, Haz.: Şebnem Selışık Aksan, Gurur Ertem, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2007.