Nicolas Bourriaud ve Çağdaş Sanatın İlişkiselliği
Derya Ulubatlı
(ARUCAD Sanat Fakültesi, Plastik Sanatlar Bölümü Öğretim Görevlisi)
Orijinali 1998 yılında yayımlanan ‘İlişkisel Estetik’ kitabında Bourriaud, özellikle 1990’ların sanat anlayışı üzerinden verdiği örneklerle dönemin sanatını ilişkisel sanat ve ilişkisel estetik bağlamında değerlendirir.
Gerek kitabın yazıldığı dönemde gerekse günümüzde artarak devam eden teknolojik gelişmeler ve buna bağlı olarak değişen toplum yapısında, sanatın da geçmişin kriterleri, kuralları ve estetik anlayışıyla değerlendirilmesi anlamsızdır. Doğal olarak yapılması gereken de sanatı, içinde yaşanılan toplumun ve ‘şimdi’nin üretim koşullarını dikkate alarak yorumlamaktır. Çünkü sanat da içinde yaşanılan dönemin sorunlarına, yeni kavramlarına göre kendini yeniden şekillendirir ve dönüştürür. Bu açıdan, 90’lı yılların sanatında aslında 1960-1970 yıllarında ortaya çıkan bazı akımların da yansımaları görülür; fakat bu örnekler, içinde yaşanılan dönemin anlayışıyla yeniden yorumlanarak verilir, bir nevi yeniden üretilir. İletişim araçlarının bizi giderek uzaklaştırdığı, insanlar arası iletişimin başkaları tarafından yönetildiği bir çağda Bourriaud, sanatın iletişimle gelen bu iletişimsizliği çözebilecek bir olgu olduğuna inanır. Giderek büyüyen bireysel farklılıklar ve farklı gerçeklikler, bir noktada birbiriyle iletişime geçirilmeye çalışılır. Sanat, bireylerin hem değişen dünyayla, hem de birbiriyle kuracağı yeni ilişkinin araçlarından biri olabilir. Bunun yanında içinde bulunulan tüketim toplumunda ayakta kalabilmek için bir şekilde, toplum içinde yaşayanlar da toplumun gereklerini yerine getirmeye başlar. Sürekli tüketilen bu toplumda, sanatın da sadece bakılan, pasif, tüketilmeye hazır bir nesne olması rahatsızlık vericidir. Bu bağlamda bu yeni toplumun sanatı insanla ilişki kurmalı, yorumlanabilmeli ve düşündürebilmelidir. Kısacası sanat, sadece tüketilen
bir varlık olmaktan çıkıp, izleyicinin de üretime dahil olabileceği, sorular sormasını sağlayacak bir varlığa dönüşmelidir. Bu bir yerde sanatın, tektipleştirmenin etkilerini yıkacak, çoğulluk yaratacak bir alan olarak keşfidir. İlişkisellik kavramını ‘biraradalık’ ya da ‘karşılıklı eylem’ üzerinden açan yazar, Duchamp’ta da gördüğümüz sanat yapıtının bakan kişi ile sanatçı ortaklığında yaratılan bir şey olduğu fikrini destekler ve bunu bir nevi kuramlaştırır.
Bourriaud kitabına, yeni bir dünyanın ve yeni bir bakma biçiminin sonucu olarak gelen yeni form anlayışını açmakla başlar. Çağdaş sanat sergilerinin, herkesin katılımıyla geliştirdiği bir mübadele alanı olduğunu söyleyen Bourriaud, çağdaş sanatı bir ‘karşılaşma hali’ olarak nitelendirir. Sanatçılar hazırladıkları işlerle bir diyalog, dolayısıyla kalıcı karşılaşmaların ortamını hazırlamış olur. İlk bölüme adını veren ‘ilişkisel form’u oluşturan ise bu kalıcı karşılaşmalardan başka bir şey değildir. Genellikle formdan yoksun olmasıyla eleştirilen çağdaş sanatın formunu oluşturan aslında diğer oluşumlarla kurduğu ilişkidir. Kurulan her diyalog farklı bir sonuç doğurduğu için bu formların da değişken olduğunu söylemek yerinde olur. Bourriaud bu durumu şöyle açıklar: ‘Güncel sanat, bir sanatsal önermenin sanatsal olsun ya da olmasın, başka oluşumlarla kurduğu dinamik ilişkinin, buluşmanın dışında form olmadığını göstermektedir’. Sanat yapıtına bakma biçimimiz aynı zamanda kendimizi tanıma, ifade etme, açığa çıkarma biçimimizdir. Bu şekilde bakıldığında form, kendimizi ötekine kabul ettirme çabamızla da bağlantılıdır.
Kitap boyunca çeşitli çağdaş sanat çalışmalarından örnekler veren Bourriaud, son bölümü ise çoğunlukla Guattari’nin Yeni Estetik Paradigma’sı üzerinden şekillenir ve O’nun düşünce biçiminin çağdaş sanat üzerindeki önemine vurgu yapar. Guattari’den yola çıkan Bourriaud, sanat tarihi boyunca bakan kişinin algısının ve bakışının hep belli kurallar çerçevesinde yönlendirildiğine vurgu yapar. Kimlik algısının tam oturmadığı ve bireysellikten çok çoğulluğun öne çıktığı arkaik toplumlarda sanata bakış da bireysel bir anlayışla değildir. Modern dönemle birlikte öznelliğin, bireyselleşmeye gidişin yolu açılınca dolayısıyla sanat da kendi özgün alanını yaratmaya başlar.